Arabistan’da Olanlar: Dünya Sermayesine Çıkar ve Topluma Barbarlık, Sadık KOLUSARI, 3.4.2011

Nedir? Neler Oluyor?

Bölge ve olup bitenlerle ilgili olarak burada deyeceklerim sınırlıdır, yetersizdir. Sadece daha fazlasını üretebilmek ve daha sağlıklı tespitlerde bulunabilmek için birkaç temel bilgi niteliğindedir.
Arabistan diyebileceğimiz arap bölgesinde 2007’de 317 milyon insan yaşarken, bu nüfusun 2015 yılında 395 milyonu bulması bekleniyor. Yemenlilerin yüzde 45’i ve mısırlıların yüzde 40’ı ayda 2 dollar altında bir parayla geçiniyorlar. Bölge halkı nüfusunun üçte ikisi 35 yaş altındadır. Cezayir’de gençlerdeki işsizlik oranı yüzde 46’dır. Özellikle gençlik mevcut iktidarların yeni perspektifler açamayacağı inancında ve hoşnutsuzdur. Oysa arap ülkelerinde onlarca yıldır gelişmelerden mahrum varlığını sürdüren rejimler, değişim zorunluluğu ile karşı karşıya gelmiş bulunuyorlar. Fakat serbest seçimler yapmakta bile zorlanan rejimler olduğu gibi devam etmek istiyor ki, bu mümkün değildir. Değişim kaçınılmaz bir hal almıştır. Değişimin niteliğini ise, müdahaleci gücün niteliği belirleyecektir ki, mevcut durumda ileri bir sıçrama mümkün gözükmüyor. Dünya egemeni sermaye devreye girmiş, gelişmelere yön vermektedir. Sistem içi kalmaya mahkum gelişmelerde ise gelişmini tamamlamış kapitalist sistemde bundan böyle “yeni“ hep eskiyi aratacaktır.

Tunus’da Muhammed Buazzi adında yüksek okul mezunu, fakat işsiz bir gencin el arabasıyla sattığı sebzelere zabıtanın el koymasıyla bir gencin17 aralık’da kendisini yakmasının ardından 20 ekim 2010‘de başlayan olaylar Ocak 2011 ortalarında Zeynel Abidin Bin Ali’nin 23 yıllık koltuğundan düşmesine yol açtı. Bin Ali Suudi Arabistan’a yerleşti. Fırtına ay sonunda Mısır’ı da sardı.
Mısır’da gençlik demokratikleşme talebiyle sokaklara dökülüyor. Kısa bir sürede sağcısı solcusu, siyasi partiler ve sendikalar harekete katılıyor. Hareket büyüdükçe büyüyor. Mübarak 82 yaşında 30 yıllık iktidarı 11 şubat’ta bıraktıktan beş hafta sonra 19 mart 2011’de anayasa değişikliği için oylama yapılıyor. Anayasa değişikliği ordu içerisinden oluşturulan bir hukukçu komisyonu tarafından hazırlanıyor. Müslüman Kardeşler anayasa değişikliğinin kabulü için çağrıda bulunuyor. İktidarı elinde tutan ordu altı ay içerisinde parlemento seçimlerini organize edeceğini açıklıyor ve grev yapmayı yasaklıyor.

Libya’ya yapılan „Şafak Yolculuğu“ adı verilen saldırı, Irak’a yapılan saldırıdan farklı gerekçelerle yapıldı. Irak‘a kimyasal silahlara sahip olmak ve batı için tehdit unsuru gösterilerek saldırıldı. Libya’da ne kimyasal silahlar ne de batı için tehdit olma öne sürülmeden, bu ülkedeki iç karışıklıklara/iç savaşa sivil halkı koruma bahanesiyle saldırılmıştır ki bu 1945’te imzalanan Birleşmiş Milletler Anlaşası’nın sorunları barışçıl yöntemlerle çözme anlayısı ile doğrudan çelişiyor. Birleşmiş Milletler Antlaşması’nın 39. Maddesine göre ancak uluslararası bir tehlike halinde saldırı yoluna başvurulabilinir:
«Güvenlik Konseyi, barışın tehdit edildiğini, bozulduğunu ya da bir saldırı eylemi olduğunu saptar ve uluslararası barış ve güvenliğin korunması ya da yeniden kurulması için tavsiyelerde bulunur veya 41 ve 42. Maddeler uyarınca hangi önlemler alınacağını kararlaştırır».
Peki Libya’nın uluslararası bir tehdit olduğu, başka ülkeleri hele hele batı ülkeleri için bir tehdit teşkil ettiği nasıl gerekçelendirilebilinir ki?

Anlaşmanın 33. Maddesini olduğu gibi buraya aktarmakta yarar görüyorum:

«1. Süregitmesi uluslararası barış ve güvenliğin korunmasını tehlikeye düşürebilecek nitelikte bir uyuşmazlığa taraf olanlar, her şeyden önce görüşme, soruşturma, arabuluculuk, uzlaşma, hakemlik ve yargısal çözüm yolları ile, bölgesel kuruluş ya da anlaşmalara başvurarak veya kendi seçecekleri başka yollarla buna çözüm aramalıdırlar. 2. Güvenlik Konseyi, gerekli gördüğünde, tarafları aralarındaki uyuşmazlığı bu gibi yollarla çözmeye çağırır».

Kendi anlaşmalarını kendileri açıkça ihmal etmelerindendir ki, ahtabotun beyni ABD bir adım geride durarak, Fransa ve İngiltere’nin belirleyici etkinliğinde kollarını bir adım öne çıkarmıştır.
Suriye, Türkiye ile sınır güney komşusudur. Hafız Esad eski bir ordu komutanıydı. 30 yıl Cumhurbaşkanlığı yaptı. Ölümü dolayısıyla 2000 yılında koltuğu devralan oğlu Beşar Esad ta o zaman siyasi reformlar vaadettiyse de, Suriye halen 1963’te Baas Partisi’nin yaptığı darbe sonrası olağanüstü hal yasaları ile yönetiliyor. Sünni çoğunluğa rağmen, şii azınlıktan birinin diktatörlüğü altındaki 19 milyon nüfussa sahip Suriye’de 2 Milyon üzerinde kürt nüfus yaşamaktadır. Buradaki kürler üç gruba ayrılmaktadır: Vatandaş olanlar, Suriyeli olmakla birlikte devletin verdiği kimlik kartında ‚‘Ecnebi‘ yani yabancı yazılı olanlar ve ‚‘mektum‘ yani kaydı yok olanlar yani kimliksizler.
Suriye Kürt Birliği Partisi Genel Başkanı Fuat Aliko`ya göre, Suriye`deki kürtlerin 1 milyon 700 bini vatandaş. Geriye kalan yaklaşık 400 bin Kürt`tün 250 bini `Ecnebi`, 150 bini ise `Mektum` yani kimliksiz. Türkiye başbakanı Tayyip Erdoğan „kardeşim“ dediği Beşar Esad’da hızla reformlar yapmasını önerirken ve ANF'nin haberine göre PKK lideri Abdullah Öcalan son görüşmesinde avukatlarına „Suriye kürtlere karşı düşmanlık yapmaz herhalde“ derken Suriye’deki toz duman gittikçe büyüyor. Basında yer alan son haberlere göre Suriye Kürt Yekiti Partisi, Beşar Esad karşıtı gösterilere katılma kararı aldıklarını açıkladı.

Arabistan-Türkiye Karşılaştırması

Son olarak Arap ülkelerinde olup bitenler ile Türkiye’de olup bitenleri karşılaştıracak olursak aynı veye farklı yönler bulmak mümkündür:
1. Arap ülkelerinde 30-40 yıllık koltuklarda oturan diktatörler hedef alınırken, Türkiye’de ordu ve polis teşkilatı içerisindeki Ergenekon benzeri bazı örgütlenmeler öne çıkarılıyor.

2. Arap ülkelerinde halk hareketleriyle kırıp dökme ve eski pradigma yerine bir yenisi geçirilirken, Türkiye’de Adalet ve Kalkınma Partisi hükümetiyle yol alınmaktadır. Fakat her ikisindede alınan yol ileriye değil geriye işaret etmektedir.

3. Hem arap ülkelerinde hem de Türkiye’de „yeni anayasa“ tartışmaları insanları oyalamada ve yönlendirmede, umutları önce büyütmede sonrada o umutları eşekten düşmüş karpuza çevirmede oldukça öne çıkartılmış durumdadır.

4. Gerek arap ülkelerinde gerek Türkiye’de bir gericilik darbelenirken, yeni bir gericilik hortlatılıyor. Ayrılma, parçalanma, rekabet, gruplar/halklar/inançlar arası çatışma ve boğazlaşmalar, sözün özü barbarlık bir üst boyutta üretiliyor. Özellikle sünni-şii çatışması alevlen(diril)mektedir ki Türkiye tamamıyla ve uzun süre dalganın dışında kalamayacaktır. Daha şimdiden kürtler, daha sonraları ise aleviler bu dalgayı “fırsat“ bularak toparlan(dırıl)ıp yeni bir boyutta harekete geç(iril)eceklerdir.

5. Hem Türkiye’de hem de arap ülkelerinde sahnedeki bütün güçler gericidir; iktidar gericidir muhalefet gericidir. Dünyanın şurasında burasında şekillenmekte olan antikapitalist dünya hareketi yönelimler cılız da olsa rastlanmaktadır veya varsa da seslerini duyaramamaktadır.
Çıkarılacak bazı sonuçlar.

Birincisi, Kaddafi resimlerini yıllarca gazete ve dergilerinde basanlar, onu öven 20. Yüzyıl solcularının tutarsızlıkları ve yetmezlikleri burada bir kez daha su yüzüne çıkmış bulunuyor. Bu solun artık kendisini yenileyameyeceği ve değişimin kendisini dayattığı yerlerde mevcut sistem yerine yeni bir sistem stratejisine sahip olmadığı ve olamayacağı her yeni gelişmede tekrar tekrar ortaya çıkmaktadır.

İkincisi, Arap ülkelerinde olup bitenler, bir (devam edemez duruma düşen) gericiliğe karşı onun yerine geçirilecek olan yeni bir gericilik girişimidir. Hareketin karşıtı liderler/diktatörler gericidir, bu bekleye bekleye paslanmış pradigmalara karşı gelen hareket önderleri gericidir, Libya’da olduğu gibi isyancıları veya Bahreyn’de olduğu gibi mevcut hükümedi destekleyen batılı güç gericidir. İki ucu boklu değnek misali sistem güçlerinin hepsi kirli, hepsi gericidir. Tıpkı Türkiye’de olduğu gibi: Ordu, AK Parti hükümeti, CHP, MHP, ister orduya ister hükümete olsun mevcut her muhalif güç de gericidir.

Mısır’da 1952’de Abdül Nasır’ın iktadarı ele alması, Tunus’ta 1962’de bağımsızlığın elde edilmesi ve 1965’da „Tunus Sosyalizmi“ adı altındaki gelişmelerin başlaması, Irak’ta ve Suriye’de kendilerini sosyalist olarak tanımlayan Baas Partilerinin 1968 ve 1970’de iktidara el koymaları, Libya’da bir grup subayın kralı devirip Abdül Nasır taklitçisi olan ve 1969’da iktidara gelen Muammer Kaddafi başkanlığında cumhuriyeti ilan etmeleri, vs. vs. göz önünde tutulduğunda bölgenin niteliği konusunda bir fikir sahibi olunabilir.

Buradan hareketle üçüncüsü, Sovyetler Birliği ve müttefiklerinde „devlet sosyaliszmi“nin yıkılması, kapitalizmin bir modelinin tıkanması/bitmesi ve diğer yani batılı kapitalist modele katılması demekti. Çoğu zaman kapitalizmin başarısı olarak da değerlendirilen bu olay, oysa kapitalizmin dökülmeya başlamasıydı. Buradan hareketle ve bununla bağlantılı olarak, bugün arap ülkelerinde olup bitenler bir taraftan „devlet kapitalizmi“ modelinin nüfuzu altındaki kalıntıların ortadan kalkması diğer taraftan kapitalizmin dökülmeye devam etmesi olarak da değerlendirilmelidir.

Dördüncüsü, din, mezhep ve milliyet çatışmaları tam bir barbarlığa dönüşme yolunda Büyük Ortadoğu Projesi’nin yeni bir aşaması olarak yeniden ve yeniden canlan(dırılıl)ırken, bölgedeki çatışmalar ve dönüşümler dünya sermayesine bir taraftan yeni askeri malzeme satma diğer taraftan yeni ekonomik yatırım yapma imkânları sunmaktadır ki, zaten batı, olup bitenleri yönlendirmeyi, birincisi askeri ve ekonomik çıkarlarına ikincisi mevcut sisteme yönelmelerini engelleme perspektiflerine dayandırmaktadır.

Sonuncu ve beşinci olarak bundan böyle şu veya bu ülkede, tek tek ülkelerde veya bölgesel çapta „demokrasi“ mücadelelerinin başarıya ulaşma şansları yoktur. Karşılarında bir dünya egemeni güç duruyor. Bu dünya gücüne karşı ancak ayrışma yerine bütünleşme yönelimli, radikal antikapitalist bir dünya hareketi bir varlık gösterebilir. Dünya sermayesinin dünya çapındaki egemenliği ve organizesi karşısında radikal antikapitalist bir dünya hareketi baş göstermeden olup biten gelişmeler bir çürümüşlükten diğer bir çürümüşlüğe, bir barbarlıktan başka bir barbarlığa yol açmaktan başka, yani negatif olup bitenlerden başka bir sonuç doğurmayacaktır. Bir ileri iki geri adım atarak, sistem içi mevcut gidişatın en iyimser yorumunu yapmış olursunuz.

Zaman sistem içi olup bitenlerden yol ayrımı zamanıdır; sağı ve soluyla diğer yönelimlerin veya söylemlerin özgürlük mücadelesinde hiç bir olumlu değeri yoktur.

© Sadık Kolusarı’nın 3 Nisan 2011 günü Kürt-Türk-İsviçreliler Kürltür Derneği’de Bern’de yaptığı bilgilendirme metnidir.

Bu blogdaki popüler yayınlar

Gidişat neyi gösteriyor?, Sadik Kolusari